Baltalimanı Ticaret Antlaşması 1838 yılında İngilizlerle yapılan bir antlaşmadır. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti ekonomik bağımsızlığını bitirmiş işgalsiz sömürge haline gelmiştir. Osmanlı Devleti kendi gümrük vergilerini bile kendisi belirleyemeyen, Batılı ülkelerin pazarı olmuş bir hale düşmüştür
Osmanlı İmparatorluğu ilk dış
borcunu 1854-1856 Kırım Savaşı’nın giderlerini karşılayabilmek için almıştır. İngiltere ve Fransa’dan alınan 5 milyon sterlin miktarındaki bu borca karşılık Mısır Eyaleti’nin gelirleri teminat gösterilmişti. Yani Osmanlı Devleti borç alabilmek için kendi ülkesinin bir parçasındaki gelirleri teminat gösteriyordu, ödeyememesi durumunda da İngiltere ve Fransa’nın kendi ülkesinin bir parçasına ekonomik olarak el koymasını kabul ediyordu.
Nitekim ilerleyen yıllarda bu el koymanın sadece ekonomik olmayacağı, fiili işgale de dönüşeceği görülmüştür. II.Abdülhamit
saltanatının sonlarına doğru Osmanlı Devleti Fransız tüccarlara olan borcunu ödeyemeyince 5 Kasım 1901 tarihinde Fransa, Midilli Adası’nı işgal ederek, adanın gümrüğüne el koymuştur. Bu borç ilişkileri ise uluslararası bir ilişkiden çok, tefeci ilişkisine benzemekteydi. Borç alınan paranın büyük bir kısmı ihraç bedellerine ve komisyonculara gidiyordu.
Alınan ilk borç savaş masraflarını
karşılamaya yetmeyince 5 milyon sterlinlik ikinci bir borç daha alındı ve bu borç için de Mısır’dan arta kalan gelirler ile birlikte İzmir ve Suriye gümrüklerinin gelirleri teminat olarak gösterildi.
Aynı zamanda, alınan borcun sadece savaş masrafları için kullanıldığını denetlemesi için İngiliz ve Fransız iki temsilcinin İstanbul’a gelerek denetim yapması da kabul edildi. Bu Osmanlı tarihinde ilk kez yabancı bir
denetim organının kurulması ve Osmanlının da kendi ekonomisini yabancıların denetlemesine izin vermesiydi.
Alınan borçlara rağmen Osmanlı ekonomisi her yıl daha fazla açık vermeye devam etti. Baltalimanı Antlaşması ve kapitülasyonlar yüzünden kendi vergilerini kendisi belirleyemeyen Osmanlı bu açığı vergiler yoluyla kapatamıyor ve sürekli yeni borçlar alıyordu.
1854 1881 arasında 16 kere, 1886-1908 arasında ise 17 kere borçlanma yapıldı.
Ancak Meşrutiyetin İlanından sonra borçlanma yavaşlatıldı ve 1908-1914 arasında 8 borçlanma yapıldı. Bu borç ilişkileri ise uluslararası bir ilişkiden çok, tefeci ilişkisine benzemekteydi. Borç alınan paranın büyük bir kısmı ihraç bedellerine ve komisyonculara gidiyordu. Örneğin 1854-1881 yılları arasında alınan toplam borç 238.597.462 altın lira olmasına rağmen Osmanlı Devleti’nin eline geçen miktar
129.980.220 altın lira idi. Ancak geri ödeme 238.597.462 altın lira üzerinden yapıldığı gibi faiz de bu miktar üzerinden işliyordu. Osmanlının girmiş olduğu bu borç ilişkisi dünya tarihinin en kötü borç ilişkisi olarak gösterilmektedir. Osmanlı Devleti 1854’ten yıkılışına kadar 41 kez borçlanma yaparak
toplam 347.372.040 altın lira borç altına girmiş ama eline geçen miktar sadece 222.754.219 altın lira olmuştur.
Nitekim Osmanlı Devleti yıkıldığında
Türkiye’ye miras olarak 107 milyon liralık borç bırakmıştır. Söz konusu borç düzenli taksitler halinde Cumhuriyet yönetimince ödenmiş ve
1954 yılında son taksit ödenerek kapatılmıştır.
Yani Osmanlı Devleti aldığı borçları, üretimini arttırarak kendini bu borç sarmalından kurtarabilecek yatırımlara harcamıyordu ama diğer yandan
Dolmabahçe gibi görkemli sarayların ve yeni camilerin yapımına devam
ediyordu. Günden güne sömürgeleşmesine rağmen, bu yeni görkemli yapılar sayesinde devletin itibarının arttığı sanılıyordu. Borç almak Osmanlı için artık bir alışkanlık haline gelmişti. Dünyada eşi görülmemiş şartlar sayesinde Osmanlı’ya borç vermenin çok kârlı olması, rahatça borç alınacak birilerini bulmayı kolaylaştırıyordu.
Ancak bu “mutluluk zinciri” 1870’li yılların ortalarında çıkan küresel kriz ile son buldu. Artık Osmanlı borç alacak birilerini bulamıyordu ve tüm ekonomisi aldığı borçlar üzerine kurulu olan devlet iflasa sürükleniyordu.
Zira 30 Ekim 1875 günü Sultan Abdülaziz, Ramazan Kararnamesi’ni açıkladı. Bu kararname ile Osmanlı acze düştüğünü faizleri ve borçların yarısını ödeyemeyeceğini ilan ediyordu. Bununla kalınmadı 20 Aralık 1881 yılında da Sultan II. Abdülhamit devletin iflasını içeren Muharrem Kararnamesi’ni ilan etti. Muharrem Kararnamesi bir iflas ilanıydı, Osmanlı Devleti iflas ettiğini tüm Dünya’ya ilan etmiş, adeta “benden bu kadar artık bana ne yapıyorsanız yapın” demişti.
Nitekim Avrupalı alacaklıların temsilcileriyle birlikte hazırlanan kararnameyle Osmanlı’dan alacağı olan devletlerin temsilcilerinden
oluşturulacak Düyûn-u Umûmiye İdaresi’nin kurulması ve Osmanlı’nın belli başlı gelir kalemlerine el koyması kabul edildi. Böylece devletin bağımsızlığının simgesi olan vergi
toplama hakkı uluslararası bir kuruma bırakılıyordu.
Osmanlı yönetiminin gelir ve harcamaları üzerinde bir karar alması da Düyûn-u Umûmiye’nin onayına bağlıydı. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-
Macaristan’ın birer temsilcisi, Galatalı bankerlerin iki temsilcisi ve bir Osmanlı temsilcisinden oluşan Düyûn-u Umûmiye yönetiminde Osmanlı temsilcisinin oy hakkı
bulunmamaktaydı.
Yani Osmanlı ülkesinin ekonomik yönetimini uluslararası bir kuruma bırakmış oluyor ama kurumun yönetiminde bir oy hakkı bile elde edemiyordu. Evet, tüm bunlar “Cihan Padişahı Ulu Hakan!” yönetiminde gerçekleşiyordu
ve o “Cihan Padişahı Ulu Hakan”ın bütçesini dahi Avrupalı devletlerin oluşturduğu Düyûn-u Umûmiye belirliyordu. Sözde “Cihan’a
hükmediyor” ama cebindeki paraya
hükmedemiyordu!
Düyûn-u Umûmiye hemen tüm Osmanlı ülkesine yayılıp ekonomiyi ele geçirdi. 1912 yılına gelindiğinde Düyûn-u Umûmiye’de çalışan
8931 memur bulunuyordu aynı yıl Osmanlı maliyesindeki memur sayısı ise 5472 idi.
Düyûn-u Umûmiye sadece vergi toplamakla yetinmedi kısa süre sonra ticari faaliyetlere de başladı mesela tuz havuzları işleterek çıkan tuzu dış pazarlara sattı, bağcılık ve ipekçilik gibi alanlarda da faaliyet gösterdi. Düyûn-u Umûmiye’nin belki de en korkunç ve Anadolu halkına kan kusturan birimi ise kendisine bağlı olarak kurulan Tütün Rejisi oldu.Tütün gelirleri tamamen Düyûn-u Umûmiye’nin elindeydi ve tütün üretimi, satımı gibi faaliyetleri daha
kolay takip edebilmek için özel bir Reji kurmuştu. Yöneticilerinin tamamı yabancılardan oluşan Reji’nin kendi kolluk gücü de vardı. Yani devletin
içinde devletten bağımsız, Avrupalı yöneticilere bağlı bir polis gücü. Anadolu çiftçisinin ürününü Reji’den başkasına satması yasaktı ve Reji ne
fiyat biçerse kabullenmek zorundaydı. Ufacık çocuklar Reji için tütün tarlalarında, sigara fabrikalarında zorla çalıştırıldı. Hayatta kalabilecek parayı kazanabilmek için ürününü Reji’den kaçırmaya çalışan köylüler ise Reji’nin kolcuları tarafından avlandı. 20 bin civarında köylünün Reji kolcuları tarafından öldürüldüğü düşünülmektedir.
Ege yöresinde Halil Efe için söylenen Çökertme türküsün deki “Kolcular gelince Halil’im nerelere kaçalım. Teslim olmayalım Halil’im aman kurşun saçalım.” dizeleri işte bu
halka kan kusturan Reji kolcularına karşı yazılmıştır. Reji İdaresi, bağlı olduğu Düyûn-u Umûmiye ile birlikte ancak Lozan Antlaşması ile
kaldırılabilmiştir.
Atatürk’ün emriyle Düyûn-u Umûmiye’nin merkez olarak kullandığı bugünkü İstanbul Erkek Lisesi’nin girişine o binanın eskiden Düyûn-u Umûmiye için kullanıldığını belirten bir tabela asılmıştır.
Osmanlı’nın içinde bulunduğu aciz durumunu gösteren bir başka kurum ise Osmanlı Bankası’dır. Osmanlı Devleti’nin merkez bankası konumundaki bu bankanın adı her ne kadar Osmanlı olsa da kendisi Paris ve Londra’da bulunan yönetim kurulları tarafından yönetilmekteydi. Evet, Osmanlı devletinin merkez bankası İngiltere ve Fransa’nın yönetimindeydi. Zira Osmanlı Bankası, Osmanlı’nın aleyhine her türlü çalışmanın ve
kararın içinde yer almıştır. Düyûn-u Umûmiye İdaresi de varlığını kısmen Osmanlı Bankası’na borçluydu, Tütün Rejisi’nin kurucularından biri de Osmanlı Bankasıydı. Ayrıca Osmanlı
üzerindeki sömürünün bir başka kolu olan demiryollarında uygulanan “kilometre teminatı”nı bulan da Osmanlı Bankasıydı. Osmanlı’ya gelen yabancı sermaye üretime yönelik yatırımlar yapmaktan kaçınmıştır. Yabancı sermaye iki alana yönelmiştir, birincisi sömürgelere yaraşır şartlar ve yüksek faizler sebebiyle Osmanlı yönetimine borç vermek ikincisi ise demiryollarıdır.
Osmanlı ülkesinde demiryolu yapmak risksiz ve bol getirili bir işti çünkü Osmanlı Devleti’nin vermiş olduğu kilometre teminatı sayesinde inşa edilen hat kullanılmasa bile devlet yabancı şirketlerin kilometre başına kazanacakları parayı garanti ediyordu. Kilometre garantisinin yanında yabancı şirketlerin çok büyük bir kazancı daha vardı ki o da; demiryolunun yirmişer kilometre sağında ve solunda kalan arazilerde maden çıkarma ve ticaretini yapma hakkını kazanmalarıydı.
Osmanlı toprakları ve madenleri bu şekilde yabancı şirketlere peşkeş çekiliyordu. 1902 yılında Osmanlı’daki maden sektörünün %43 ’ü Türklerin, %7’si Osmanlı vatandaşı azınlıkların, %50’ si ise yabancıların elindeyken 1909 yılına gelindiğinde Türklerin sektördeki payı %23’e
azınlıkların ki %5’e düşmüş, yabancıların ki ise %72’ye çıkmıştı.
Tüm bunlar II. Abdülhamit döneminde gerçekleşmişti. Demiryollarının devletleştirilmesi ve yabancıların elinden kurtarılması ise ancak Cumhuriyet döneminde
başarılabilecekti.
Osmanlı Devleti’nin
son 100 yıllık tarihi işgalsiz bir
sömürge tarihidir.
Baltalimanı Antlaşması ile ekonomik olarak, Berlin Antlaşması ile siyasi olarak çöken devletin 1923’e kadar olan tarihi cesedinde kalan son damla kan ve iliğin de sömürgeciler tarafından emilmesi için harcanan süreden ibarettir.Türkiye, Baltalimanı Antlaşması’nın getirdiği düzene de, Düyûn-u Umûmiye ve Reji idaresine de, kapitülasyonlara da Lozan Antlaşması ile son vermiştir. Lozan Antlaşması ile birlikte Türkiye kendi gümrük vergilerini belirleme hakkını geri almış, I. Dünya Savaşı’nın başlaması ile İttihat ve Terakki hükümetinin yurt dışına gönderdiği Düyûn-u Umûmiye’ye de tamamen son vermiştir. Osmanlı’dan kalan borçların %76’sı olan 107 milyon lirayı üstlenen Cumhuriyet, bu borçlar için kendi sözünden başka hiçbir teminat vermeyi kabul etmemiştir. Nereden nereye? Borç alabilmek için ülkesinden bir parçayı teminat gösteren, Baltalimanı Antlaşması’nı imzalayarak kendi vergilerini belirlemekten aciz kalan, Muharrem Kararnamesi ile iflas ettiğini ve kendi ekonomisini Avrupalı devletlerin yönetmesini kabul ettiğini ilan eden, Düyûn-u Umûmiye ile ülkesinin ekonomisini uluslararası bir kuruma teslim eden, Tütün Rejisi’nin kendi ülkesinde bir polis gücü kurarak kendi halkını katletmesine seyirci kalan, madenlerinin pazarının insan emeğinin sömürülmesine göz yuman bir devletten tüm bunları Lozan Antlaşması ile tarihe gömen bir
Cumhuriyet’e. Evet, Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar klasik sömürgelerde olduğu gibi bir işgale maruz kalmamıştır. Bunun nedeni ise Avrupalı devletlerin kendi aralarındaki güç dengesi ve silahlı bir işgale gerek kalmadan silahlı bir işgal ile kazanabilecekleri ayrıcalıkları zaten istedikleri gibi alabiliyor olmalarıydı.
Devasa nüfusuna rağmen Çin bile İngiltere tarafından işgal edilerek serbest pazara dâhil edilmiş ve gümrük vergileri %5’e düşürülmüşken, Osmanlı Devleti aynı şartları Baltalimanı Antlaşması’yla savaşa gerek kalmadan kabul ediyordu. Muharrem
Kararnamesi ile iflas ettiğini ilan ediyor ve ekonomisinin Avrupalı devletler tarafından yönetilmesini kabulleniyordu. Çin ve Japonya
direnmişti bu yüzden askeri olarak işgal edilmeleri gerekmişti, Afrika ise Avrupalılara hizmet edebilecek basit devlet yapılanmalarından bile mahrumdu bu yüzden Avrupalıların kendi işlerini kendilerinin görebilmesi için işgal edilmesi gerekmişti ama
Osmanlı Devleti işgale gerek kalmaksızın istenilen tavizleri vermeye mecbur edilebiliyordu. Askeri bir işgal olmasa bile kendi vergilerini belirleyemeyen hatta toplayamayan, gelir ve giderlerini kendisi düzenleyemeyen, kendi halkına yabancılara göre kat kat fazla vergi
koyan, ülkesinin içinde yabancı devletlerin ayrı bir polis gücü kurmasına ve halkını öldürmesine göz yuman bir devleti bağımsız olarak görebilir miyiz? Osmanlı Devleti’nin son 100 yıllık tarihi işgalsiz bir sömürge tarihidir. Baltalimanı Antlaşması ile ekonomik olarak, Berlin Antlaşması ile siyasi olarak çöken devletin 1923’e kadar olan tarihi cesedinde kalan son damla kan ve iliğin de sömürgeciler tarafından
emilmesi için harcanan süreden ibarettir.
Lakin günümüz gençliği hâlâ kendilerini armalar, tuğra şeklinde otomobil arkası çıkartmaları ve hamasi iki üç söz ile aldatmayı tercih etmektedirler. Arma, Osmanlı Devleti`ne ilk olarak Sultan Abdülmecid devrinde girmiştir.
“Dünü Unutma,
Bugünü İyi Anlarsın.”